Searching...
8 Temmuz 2014 Salı
23:13 0

Bilim insanları dünyanın en pis sokağını tespit etti

Londra’nın Kraliyet Üniversitesi uzmanlarına göre, Oxford Caddesi dünyanın en pis yeri. Haberi The Independent duyurdu.

Bilim insanları tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre, Londra’da Oxford Caddesi dünyanın en pis caddesi. Caddenin azot diyoksit olarak toksik kirlilik seviyesi dünyanın enyüksek kirlilik seviyesi olarak tespit edildi. Kullandıkları özel cihazlar sayesinde dünyanın en yüksek tehlikeli madde konsantrasyon değerini tespit eden araştırmacılar, değerin AB güvenlik normlarının birkaç kat üzerinde olduğunu da belirtti. Değer metreküpte 463 mikrogram olarak belirlendi. 
Toplu taşıt ve arabalarda kullanılan yakıtın yanması sonucu oluşan azot dioksitin yüksek konsantrasyonu, astım ve kalp ataklarına neden olabiliyor. Gazete haberine göre, tedbir olarak Oxford Caddesi’ne giden otobüs sayısını beşte bir oranında azaltan şehir yönetimi, hibrit motor kullanımı da özellikle teşvik ediyor.

 http://turkish.ruvr.ru/news/2014_07_09/dunyanin-en-pis-sokagi/  kaynak

Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/news/2014_07_09/dunyanin-en-pis-sokagi/
11:18 0

Bir insanın gözünden 19 cm boyunda kurt çıkartmak: Nematodlar!

Bir insanın gözünden 19 cm boyunda kurt çıkartmak: Nematodlar!

İpliksi solucan, yuvarlak solucan olarak geçen solucanlar; halk arasında genel olarak kurt diye bilindiği için bu başlık içerisinde öyle ifade edilmiştir.
Mesleğinizi insanlara duyurmak istiyorsanız bu ne demeniz yeterli, nerden biliyorsun diye de sorabilirsiniz. Biyoloji olmasaydı, sistematik düzenlemeler, literatür birikimi ve araştırma sahaları olmasaydı; ne olduğunu bilmeden, ne yapacağımızı bilmeden kurt deyip geçecektik. Bir çok insan hala “kurt” deyip geçmektedir. Mesleğinizin gereğini yapın, insanları bilgilendirin!

Nematoda, Yuvarlak solucanlar

Nema=iplik; Eidos=şekil, biçim demektir. Nematodlar iğ yada iplik şeklinde uzun vücutlu yuvarlak kurtlardır. Serbest yaşayan formları bir kaç milimetre olurken, parazit formlar küçük boylardan metrelerce boya kadar olabilirler.
Nematotların büyük bir kısmı sularda ve toprakta serbest olarak yaşadıkları halde diğer bir kısmı bitkilerde; yumuşakçalarda, annelidalarda ve omurgalılarda paraziter bir yaşam sürerler.
Sadece insana ait parazitle yeryüzünde 900 milyona yakın insan enfektedir. Ülkemizde düzenli prevalans  oranına sahip yörelerimiz de vardır. Alt yapı olanaklarının yetersiz olduğu, insan dışkısının yiyecek ve içeceklere bulaştığı ortamlarda parazitozda büyük bir yaygınlık gösterir. Her yaş grubunda görülmekle beraber 5-9 yaş  grubu okul öncesi ve okul çağı çocuklarda sık görülmektedir
Nematodların çoğu parazit yaşayanlarda dahil olmak üzere ayrı eşeylidirler. Sadece bir kaçı hermafrodidtir. Erkekler boylarının daha küçük olması ve arka uçlarının karın tarafa doğru kıvrılması ile dişilerden ayrılırlar.
Cinsel olgunluğu erişmiş parazitin bıraktığı yumurtalarında dışkıda görülmesi ile tanıya gidilir. Göçeden Ascaris larvaları, antikorların serolojik yöntemlerle saptanması ile tanınır.
Kaynak: Kişisel ders notları derleme, Anadolu Üniversitesi, Biyoloji Bölümü, Omurgasız Hayvanlar Dersi
 http://www.biyolojigunlugu.com/bir-insanin-gozunden-19-cm-boyunda-kurt-cikartmak-nematodlar2
7 Temmuz 2014 Pazartesi
22:40 0

FDA kişisel dış iskeleti ilk kez onaylandı

 
Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), ReWalk adı verilen ve türünün ilk örneği olan robotik cihazı onayladı. ReWalk (tekrar yürü), adından da anlaşıldığı gibi omurilik yaralanması geçirmiş milyonlarca insana, yeniden yürüyebilmeleri için modern teknolojinin yardımını sunuyor. Birleşik Devletler’de kişisel kullanım için onaylanan ilk dış iskelet olan ReWalk, onu giyen kişinin felç olmuş bacaklarını hareket ettirerek çalışıyor. Bu, robotiğin Skynet-tarzı robot kıyameti gibi karamsar tasarımların yanında insanların iyiliği için neler başarabileceğinin muhteşem bir örneği.
ReWalk kullanıcıyı destekleyecek şekilde, bacaklara ve üst vücuda kemerlerle bağlanıyor. Her kalça, diz ve ayak bileği bağlamına cihazın üzerinde bulunan bilgisayar ile kumanda edilen motorlar denk geliyor. Bacakların eklemli kısımları, buralarda cihazın sırt kısmında bulunan pil ve bilgisayara erişen dengeleyicilere kemerlerle bağlanıyorlar.
Belden aşağısı felçli hastaların pek çoğu bacaklarını kısmen hareket ettirebiliyorlar, ancak ReWalk’ı kullanırken bunu yapmalarına gerek yok. ReWalk bütün işi bileğe bağlı kablosuz kontrol cihazı ile yönetiyor. T7 ve L5 arası omurilik yaralanmasına sahip kişiler ReWalk’ı denemeliler. ReWalk sahip olduğu eğim sensörü ile ayakların çeşitli zeminlerde denk olarak yerleşmesini sağlıyor. Tüm bunlara karşın kullanıcılar robotik dış iskelet onları taşırken kendilerini bir çift koltuk değeneği ile dengelemeliler. Şirketin ReWalk kullanarak merdivenleri çıkan kişileri göstermesine karşın, bu özellik resmi olarak onaylanmış değil.
Kişisel robotiğin harekete dayalı kullanımları potansiyel olarak oldukça kullanışlı, bundan dolayı bu endüstri de ilk olarak buraya odaklanıyor. Buna benzer dış iskeletler oldukça geniş bir olası kullanım yelpazesine sahip. Sizin ağır cisimleri taşımanızı veya tek sıçrayışta yüksek binaları aşmanızı sağlayacak dış iskeletler düşünün. Buna benzer teknolojiler gelecekte insan gücünü artırmak için kullanılabilir. Ayrıca olası robotik savaşları da unutmamak gerek.
Birleşik Devletler’de bulunan ve felçli hastaların önemli bir kısmını oluşturan 200.000’den fazla kişi, tıbbi olarak ReWalk dış iskeletini kullanabilecekler. Ancak bu da ucuza mal olmayacak. Cihazın ev versiyonu yaklaşık olarak 70.000$ değerinde olacak. Ayrıca ABD’de bulunan sigorta şirketlerinin bu cihaz için ödeme yapacakları da kesin değil.
ReWalk almak isteyenlerin fiziksel koşulları yerine getirmeleri ve fizyoterapistlerin gözetiminde bir çeşit eğitimden geçmeleri gerekiyor.
Kaynak: extremetech.com/extreme/185758-fda-approves-first-ever-personal-exoskeleton
5 Temmuz 2014 Cumartesi
21:38 0

Yeni Archaeopteryx Fosili Kuşlarda Tüylerin Uçmadan Önce Evrimleştiğini Bir Kez Daha Doğruladı!


Dinozorlar döneminde yaşamış olan ve uçamayan bir kuş türü olan Archaeopteryx'in güzel bir şekilde korunarak yeni keşfedilen fosili, kuşlarda tüylerin uçma yeteneğinden önce evrimleştiği öngörüsüne yeni bir kanıt daha eklemiş oldu.

Archaeopteryx uzun bir zamandır en erken kuşlardan biri olarak bilinmektedir. Tüylü dinozorlar grubundan olan bu türe ait tüylü fosiller geçtiğimiz on yıllarda sıklıkla keşfedilmiştir. 2 Haziran 2014 tarihinde 150 milyon yıl yaşındaki türe ait yeni bir fosilin keşfi Nature dergisinde ilan edildi. Bu fosil, canlının başlarından ayaklarına kadar tüylerle kaplı olduğunu bir kez daha doğruladı. Bu önemli, çünkü daha önceki fosillerde sadece kanatlarda ve kuyrukta tüy olduğu görülüyordu.

Günümüzde "penaköz tüyler" adı verilen ve kuşlarda uçmaya yarayan tüyler, atalarındaki ısı yalıtımı amacıyla evrimleşen yumuşacık tüylerden farklıdır. Almanya'nın Münih kentinde bulunan Bavyera Paleontoloji ve Jeoloji Eyalet Koleksiyonları'nda çalışan ve makalenin baş yazarı olan Oliver Rauhut, yeni Archaeopteryx fosilinin kuşlarda uçuşun evrimine yeni bir bakış açısı kazandırdığını söylüyor ve şöyle ekliyor:

"Kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey, zaten uzun bir süredir düşünüldüğü gibi, tüylerin başlangıçta uçuş için evrimleşmediğidir."



Bir kuzgun boyutlarında olan Archaeopteryx'in ilk fosilleri 1861 yılında Almanya'daki bir kil taşı içerisinde bulundu. Bugüne kadar, bulgular arasına katılan bu yeni fosili de sayacak olursak, sadece 11 fosiline ulaşılabildi. Çin Omurgalı Paleontolojisi ve Paleoantropoloji Enstitüsü'nden Zhou Zhonghe şöyle söylüyor:

"Bu kadar harika bir şekilde korunmuş yeni bir Archaeopteryx fosilinin keşfi gerçekten heyecan vericidir."

İki ayakla teropod grubundan olan dinozorların (T-rex'in de içerisinde bulunduğu grup) büyük bir çoğunluğunda tüyler bulunuyor. Bilim insanları şimdi, bu tüylerin nasıl uçuşu sağlayabilecek şekilde evrimleştiği üzerinde duruyor. Penaköz tüylerin uçamayan Archaeopteryx'in vücudunu kaplıyor olması, ilk uçuşun yere yakın bölgelerde başladığına delil oluşturuyor.

Yeni keşfedilen fosilin bulunduğu ince tanecikli kil taşı üzerinde, Archaeopteryx'in kemiklerinin etrafını tüy izlenim fosilleri sarmış halde bulunuyor. Örneğin kafatası ezilmiş halde, ancak iskeletinin geri kalanının büyük bir kısmı zarar görmeden korunmuş. Hatta fosilin bacakları da tıpkı bir pantolon gibi tüyler tarafından kaplanmış halde.

Bu türün kanatlarında bulunan tüylerin uzunluğu, daha önceki keşiflere kıyasla beklenenden kısa. Bu da, tıpkı düşünüldüğü gibi Archaeopteryx'in uçamayan bir kuş türü olduğunun kesinlik seviyesini arttırıyor. New York'ta bulunan Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde paleontolog olan ve tüylü dinozorlar üzerinde uzun bir süredir çalışan Mark Norell şöyle söylüyor:

"Muhtemelen hiç de bir kuş gibi uçamıyordu. Belki anca zorladığında bir hindi kadar uçuyor olabilir. Diğer tüylü dinozorlarda da görüldüğü gibi, uçmaya yarayan tüylerin izolasyon amaçlı tüylerden evrimleştiğini düşünmek mantıklı bir argümandır. O zamandan kuşların uçuşuna kadar geçen sürede bu tüyler birçok amaca hizmet etmiş olabilir; yuva yapımından tutun da kamuflaja kadar... Şu etapta tüylerin şu veya bu tekil sebeple evrimleştiğini söylemek çok zor."

Araştırmanın yazarları penaköz tüylerin erken kuş türlerinde başlıca karşı cinsiyeti etkileme amaçlı evrimleştiğini söylüyorlar. Tıpkı günümüzdeki erkek tavuskuşlarının dişilerini etkilemesine yarayan tüyleri gibi. Söz konusu tüylerin, Archaeopteryx'in ve diğer uçamayan kuşların atalarında evrimleştiği düşünülüyor. Aynı zamanda bu tüyler, Archaeopteryx'in de dahil olduğu dinozorlar ailesi içerisinde yaygın olarak görülüyor. Rauhut şöyle açıklıyor:

"Penaköz tüyler bir defa evrimleştikten sonra erken tüylü dinozorlar nihayetinde onları uçmak için kullanmış olabilir. Hatta uçuş, gelişmiş avcı dinozorlardan birden fazla defa bile evrimleşmiş olabilir."

Özüne bakılacak olursa araştırmacılar, yerden yükselmeyi sağlayacak şekilde tüylere dayalı uçuşun evriminin erken kuşlara kanat çırpmanın avantaj sağlamasından ötürü gerçekleştiğini ileri sürüyorlar. Tıpkı vahşi hindilerin bugün avcılarından kaçmak için yaptıkları gibi... Araştırma ekibi, "ağaçlardan aşağı atlama" nedeniyle uçmanın evrimleştiğini ileri sürenlere karşı çıkıyorlar. Karşı çıktıkları bu argümana göre kuşlar, öncelikle ağaçlardan süzülecek şekilde kanatlarını kullandılar, sonrasında ise uçacak şekilde evrimleştiler.

Birleşik Krallık'taki Bristol Üniversitesi'nden Jakob Vinther penaköz tüylerin erken kuşlarda eş çekmek için kullanıldığı fikrine katılıyor olsa da, aynı zamanda bu erken kuşların en azından bazılarının ağaçlardan süzülebildiğini düşünüyor. Örneğin tüylü ayaklar onların havada süzülürken yönlenmelerine yardımcı olacaktır. Dolayısıyla Vinther, araştırmacıların sundukları evrimsel şemadan kuşku duyduğunu söylüyor. Zhou da benzer şekilde bu "yerden yukarı" evrim şemasına kuşkuyla yaklaşıyor ve şunları anlatıyor:

"Gerçekten de tek bir uyum başarısı avantajını ayırt ederek tüylerin kökeni ve gelişiminin evrimsel nedenini tespit etmek çok zordur. Hatta birçok durumda, tüylerin evrimine neden olan birden fazla seçilim baskısının bir karışımıdır. Bu baskıların birbirinden farklı oluşu, kuşların dinozorlardan evriminde tüy dağılımlarının da farklı olmasına neden olmaktadır."

Çeviren: ÇMB (Evrim Ağacı)

Kaynak: NatGeo
Etiketler:
10:45 0

“Süper Venüs” keşfedildi

Güneş Sistemi dışındaki gezegenleri aramamıza bizi teşvik eden etkenlerden biri, açıkça, Dünya’ya benzer özelliklere sahip yabancı gezegenler bulma arzusudur. Yakın zamanda bizden 16 ışık yılı ötede bulunan bir yıldız etrafında dönen yeni bir gezegen keşfedildi. Astronomlar bu gezegeni “yerleşilebilir” ve “süper-dünya” sıfatlarıyla tanımlasalar da gerçek bundan daha farklı.
Gliese 832c bir kızıl cüce yıldızın etrafında yörüngede bulunuyor ve New South Wales Üniversitesi’nde çalışan Robert Wittenmyer’ın yönettiği uluslararası Anglo-Avustralya Gezegen Araştırma ekibi tarafından keşfedildi. Bu keşif hakkında yazılan makale Astrophysical Journal’da yayımladı.
Kızıl cüce yıldızlar, küçük, soluk yıldızlardır. Bunlar bizim Güneş’imizden daha az enerji üretirler. Bu nedenle kızıl cüce etrafında dönen bir gezegenin yüzeyinde sıvı halde su bulundurabilmesi için yörüngesinin yıldıza çok daha yakın olması gerekir. Söz konusu Gliese 832 olduğunda, sahip olduğu “yerleşilebilir” alan oldukça küçük. Gliese 832, 36 günlük bir yörüngesel periyoda sahip. Dünya’dan 5 kat daha fazla kütleye sahip olduğu ve kayasal bir yüzeye sahip olma olasılığı yüksek olduğu için bu gezegen “yerleşilebilir” olarak niteleniyor. Gerçekten de, Gliese 832c bilinen gezegenler arasında Dünya Benzerlik Endeksi sıralamasına göre üçüncü sırada bulunuyor.
Bunlara rağmen mavi gökyüzünün, okyanusların ve bereketli yabancı ormanların hayallerini kurmayın – bu dünya büyük ihtimalle herhangi bir yaşam belirtisini boğacaktır (bizim tanıdığımız şekliyle ‘yaşamı’ elbette).
“Gezegenin kütlesine bakılırsa, görünüşe göre devasa bir atmosfer bulundurması olası, bu da gezegeni konuk sevmez yapacaktır,” diyor ortak araştırmacı Chris Tinney, kendisi de New South Wales Üniversitesi’nden. “Daha yoğun bir atmosfer ısıyı hapsedecektir ve gezegeni bir süper-Venüs yapacaktır. Bu ise yaşam için fazla sıcak bir ortamdır.”
Tıpkı Venüs gibi, Gliese 832c’de kontrolden çıkmış bir sera etkisi nedeniyle aşırı ısınmaya maruz kalıyor. Bu durumda, gezegenin yörüngesel konumu suyun yüzeyde sıvı halde bulunmasına izin verse de, bu sera etkisi ve yıldızdan gelen morötesi ışınlar suyu moleküler düzeyde parçalayacaklardır.
Elbette astronomların Gliese 832c’nin atmosferinde hangi kimyasalların bulunduğuna dair bir fikirleri yok. Bir kere, bu gezegenin kendisi etrafında döndüğü yıldız üzerine uyguladığı kütle çekimsel etkisi sayesinde keşfedildi. Bu nedenle atmosferi hakkında bir bilgimiz yok (eğer atmosferi varsa tabii). Suya sahip olup olmadığını da bilmiyoruz. Kesin hız hesapları ile saptanabilen bu kütle çekimsel etki, Avustralya’daki  Anglo-Avusturya Teleskopu (AAT) ve Şile’de bulunan diğer iki teleskobun verilerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkarıldı.
2009 yılında aynı araştırma takımı Gliese 832 yıldızı etrafında dolanan başka bir gezegen keşfettiler. Tıpkı Jüpiter gibi bir gaz devi olduğu düşünülen bu gezegen, Gliese 832b, yıldız etrafında dönüşünü 9 yılda tamamlıyor. İşte tam bu nedenle astronomlar bu sistemin bizim Güneş Sistemi’miz gibi çok gezegenli bir sistemi temsil ettiğini düşünüyorlar. Tek fark Gliese 832 yıldızının oluşturduğu sistemin daha sıkışık olması. Gelecekte de bu sisteme ilişkin daha fazla gezegenin keşfedilmesi bekleniyor.
“Dışta bulunan bu dev gezegen ve içte bulunan bu olası kayasal gezegen bizim Güneş Sistemi’mizin küçük bir kopyasına benziyor,” diyerek ekliyor Tinney.
Sonuç olarak Gliese 832c’nin Dünya-benzeri olduğu şeklindeki manşetlere aldanmayın – kendisi büyük olasılıkla Venüs-benzeri ve biz Dünyalı yaşam formlarına oldukça yabancı bir gezegen.



http://www.bilim.org/super-venus-kesfedildi.html
10:39 0

900 ışık yılı uzaklıkta Dünya büyüklüğünde elmas keşfedildi


Dünya'nın en büyük elması olan Cullinan elması kesilmeden önce 3.100 karattı. Yaklaşık değeri 2 milyar dolar olan elmas sadece 620 gram geliyordu. Bu taş, diğer elmaslara kıyasla devasa olsa da, gezegenimizden 900 ışık yılı uzaklıktaki Dünya büyüklüğünde olan elmasa kıyasla sadece bir toz zerreciği.
Aquarius takımyıldızının yakınındaki bir beyaz cüce yıldıza eşlik eden PSR J2222-0137 inanılmaz düşük bir sıcaklığa sahip, sadece 2.760 derece Celcius. Bu, astronomların keşfettiği en soğuk cisim – doğrusu o kadar soğuk ki, tıpkı büyük değer verdiğimiz elmaslar gibi, kristalleşmiş karbondan meydana gelmesi olası.
Tüm bu heyecan verici buluşlar bir yana, ışık hızında bile oraya varmamız 10 insan ömrü sürerdi. Bu nedenle bu devasa elmasların buraya getirilmesi pek mümkün görünmüyor.

Kaynak
http://www.engadget.com/2014/06/26/earth-sized-diamond/
03:38 0

Siz, Aslında ''Siz'' Değilsiniz! Vücudumuzdaki Mikroplar...

Vücudunuzun kaçı size ait, yani Homo sapiens türünün hücrelerinden oluşuyor dersiniz? Ortalama bir yetişkin insanın vücudunda kendine ait ve türe has 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Yani bünyenizde ortalama olarak 100 trilyon adet Homo sapiens hücresi bulunur.

Buna karşılık olarak ortalama 1.500 trilyon (=1.5 katrilyon) civarı mikrobik hücre bulunur. Yani Homo sapienstürüne ait hücre olmayan, başka türden canlılardan bu kadar sayıda vücudunuzda bulunur.

Biraz daha "çirkinleşecek" olursak, dışkınızın ortalama olarak %60'ı bağırsaklarınızda yaşayan mikroplardan oluşmaktadır!

En iyi ihtimalle vücudunuzun sayısal açıdan yaklaşık olarak %10'u gerçekten size aittir; kalanı ise sizi konak olarak kullanan ve bir kısmı size bağımlı olan mikroplara...

Hepimiz ayakkabı giymiş petri kaplarıyız! 

Not: Petri kabı laboratuvarlarda bakterilerin üretilmesi ve incelenmesi için kullanılan plastik kapların adıdır.

Not-2: Bir hayvan türü olan insanda bulunan hayvan hücreleri, hacim olarak mikrobik prokaryotlardan 100-1000 katdaha büyüktürler. Bu yüzden dışarıdan bakıldığında, bu devasa sayı farkına rağmen daha çok "sıradan bir hayvan türü" gibi gözükürüz, mikroplardan oluşan bir yığına benzemektense... Ancak içimizin sayıca büyük kısmını mikroplar kaplar. Üstelik bu, diğer tüm hayvanlar için de geçerlidir. Hacim farkı, sayı farkına izin verebilmektedir.

Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)

Kaynaklar ve İleri Okuma: 
02:55 0

Kepler'den Haberler


Güneş Sistemi dışındaki gezegen avında gökbilimcilerin büyük umutlar beslediği Kepler Uzay Aracı, araştırmasını yapacağı yörüngesine doğru yoluna devam ediyor. Şu an Dünya'dan 1 milyon km uzaklıktaki Kepler, saniyede 1 km yol alıyor.

Kepler Uzay Aracı 7 Mart 2009 da fırlatıldı. Uzay boşluğuyla tanıştığından bu yana, çeşitli testler yapıyor ve teleskopunu en iyi görüntü ve veri analizi için ayarlıyor.

Kepler Uzay Teleskopu özellikle Dünya benzeri ötegezegen bulmak için tasarlandı. Yaşamın mümkün olabileceği bir gezegende özellikle su, oksijen ve karbon en önemli elemtleri oluşturuyor. Bu gazları bulunduran bir gezegende yaşam olma olasılığı yüksek. Şimdiye kadar bulunan 342 ötegezegenden sadece birinin (Gliese 581 c) sıcaklığı 0-40 C derece aralığında. Bu sıcaklık aralığı da sözkonusu gezegende suyun bulunma olasılığını yükseltiyor. Bunun dışında bulunan gezegenler ise ya yıldızlarından çok uzakta, ya da oldukça yakında bulunuyor.
Ancak burada asıl aranılan özellik bunlarla sınırlı değil. Gezegenin aynı zamanda yaşamsal bölge içerisinde de yer alması gerekiyr. Aşağıdaki grafikte herhangi bir yıldızın yaşamsal bölgesi nerede olması gerektiği belirtilmiştir.


342 ötegezegenden hiçbirisi Dünya büyüklüğünde değil. Bulunanların hepsi Dünya'dan oldukça büyük. Bunun nedeni ise kullanılan yöntemlere karşılık teleskop ve yardımcı araçların yeterince hassas olmaması.

Kepler, ötegezegen bulunma yöntemlerinden geçiş yöntemini kullanarak yeni gezegenler bulacak. Bu yöntemde yıldızların parlaklık grafiklerindeki değişimler izleniyor. Eğer bir yıldızın önünden başka bir gökcismi geçerse yıldızın parlaklığında belirgin bir düşme gerçekleşir.Parlaklığıun azalma miktarı ise yıldızın önünden geçen cismin kütlesel büyüklüğünü verir. Ancak bu azalma çok küçüktür. Bir örnek vermek gerekirse, bizden 1000 km uzaklıkta bulunan güçlü ışık kaynağının (örneğin projektör) önünden geçen sivrisineği görmeye çalışıyoruz!!

Kepler, uzayda Büyükayı Takım yıldızının iki katı büyüklüğğündeki bir alanı tarayacak. Hubble'a göre çok daha geniş alan bu. Buarda da bir karşılaştırma verirsek, Hubble kum tanesi kadarlık yeri gözlemleyebiliyorsa Kepler bir CD büyüklüğündeki bölgeyi gözleyebilecek.


kaynak: http://gokbilgi.blogspot.com.tr/2009/03/keplerden-haberler.html
01:45 0

Schrödinger'in Kedisi




Schrödinger' in Kedisi

Kuantum mekaniğinin temel dalga denklemini yazan Erwin Schrödinger (1887 - 1961) de sonraki yorumları kabullenmeyenler arasındadır...Schrödinger, sonuçta kuramdan (gelişmesine katkıda bulunduğuna pişman olduğunu söyleyecek kadar!) soğudu. Bundan sonra o da Einstein  gibi kuramın “mantıksızlığını” çarpıcı biçimde ortaya koyacak örnekler aramaya koyuldu. 1935'te ortaya koyduğu “Schrödinger’in Kedisi” adı ile anılan düşünce deneyi bunların en ünlüsüdür.  Aynı yıl Einstein,Podolski ve Rosen, " EPR Deneyi" adıyla bir düşünsel deneyle kuantum kuramının aldığı biçimi eleştirmeye çalıştılar. Ama zaman Schrödinger'i ve Einstein'i değil, kuantum kuramını haklı çıkardı. Şimdi Schrödinger'in düşünce deneyini görelim.
Sağlıklı bir kediyi hava alabilen bir kutu içine koyalım. Kutuda zehirli bir gaz şişesi bulunsun ve bu gazın şişeden salınmasını sağlayacak mekanizma, bozunma yarı ömrü 1 saat olan bir radyoaktif parçacık ile kontrol edilsin. Bu mikroskobik parçacığın davranışını ancak kuantum mekaniği ile ifade edebiliriz, fakat şimdi makroskobik bir sistem olan kedinin kaderi de artık parçacığın davranışına bağlanmış oluyor. Schrödinger’in iddiasına göre 1 saat sonunda kedinin canlı ve ölü olma olasılıkları eşit. Dalga fonksiyonunun anlamı ‘ya bozunma oldu ve kedi öldü ya da olmadı ve kedi hayatta’ gibi uç iki olasılığı anlatmaktan ibaret değil. Schrödinger’in analizi doğru ise kuantum kuramı, (birisi bakıp durumu bu iki seçenekten birine indirgeyene kadar) kedinin iki durumunun yan yana bulunduğunu söylüyor.Yarı ölü-yarı diri. Schrödinger, bu kadar mantığa zıt bir kuramın düzeltilmeye muhtaç olduğu sonucuna varıyor. Buna karşılık birçok fizikçi (Hawking, Gell-Mann ve başkaları) bu problemin yapay olduğu görüşündeler.”(1)
                
Schrödinger’in Kedisi Deneyi Nasıl Yorumlanmalı?

    Bir kere atomik ve moleküler dünyanın olasılık düşüncesi makrodünyaya taşınmış bulunuyor.Çünkü gözlem yapmadığımız sürece kenidinin ölü ya da diri olduğunu bilemeyiz.Buradaki yanıt da "Kedi yüzde elli ölü,yüzde elli diri" yorumundan çok, ölü ve diri olma olasılığı eşit anlamına gelmektedir.
Stephan Hawking (1942-...)  şöyle diyor: “Kanımca, modelden bağımsız bir gerçekliğe karşı dile getirilmeyen inanç, bilim felsefecilerinin kuantum mekaniği ve belirsizlik ilkesi konusunda karışlaştıkları güçlüklerin altındaki nedendir. Schrödinger’in kedisi denen ünlü bir düşünce deneyi  vardır. Bir kedi kapalı bir kutunun içine yerleştirilir. Ona yönelik bir silah vardır ve belirli bir yönde bir radyoaktif çekirdek bozunursa silah ateş alacaktır, bunun gerçekleşmesinin olasılığı yüzde 50'dir. (Bugün, yalnızca bir düşünce deneyi olarak bile, hiç kimse böyle bir şey önermeye cesaret edemez, fakat Schrödinger’in zamanında hayvanların özgürlüğü kavramı henüz duyulmamıştı).
   Eğer biri kutuyu açarsa kediyi ya ölü ya canlı bulacaktır. Fakat kutu açılmadan önce kedinin kuantum durumu ölü kedi durumuyla kedinin canlı olduğu durumun bir karışımı olacaktır. Bazı bilim felsefecileri, bunun kabul edilmesini çok güç bulurlar. İnsanın yarı hamile olabilmesinden öte kedinin yarı vurulmuş,yarı vurulmamış olması mümkün değildir Onların içinde bulundukları güçlük,dolaylı olarak bir nesnenin belirli bir tek geçmişe sahip olduğu klasik bir gerçeklik kavramını kullanmalarından kaynaklanır. Kuantum mekaniğinin temeli, farklı bir gerçeklik görüşüne sahip olmasıdır. Bu görüşte bir nesne yalnızca bir tek geçmişe değil,mümkün olan tüm geçmişlere sahiptir. Çoğu durumda belirli bir geçmişe sahip olma olasılığı,biraz farklı bir geçmişe sahip olma olasılığını siler,fakat belli durumlarda komşu geçmişlerin olasılıkları birbirini güçlendirir. Nesnenin geçmişi olarak gözlemlediğimiz şey, bu güçlendirilmiş geçmişlerden biridir.
   Schrödinger’in Kedisi durumunda güçlendirilmiş olan iki geçmiş vardır. Birinde kedi vurulmuştur,diğerinde ise canlı kalır. Kuantum kuramında her iki olasılık birlikte varolabilir. Fakat bazı felsefeciler, açıkça belirtmeden kedinin yalnızca bir geçmişi olabileceğini varsaydıkları için kendilerini çıkmazda bulurlar. Her bir parçacığın belirli,tek bir geçmişi olduğu yolundaki varsayıma ilk olarak Feynman karşı çıktı. İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda Feynman, parçacıkların uzay-zamanda olası her yol boyunca,bir konumdan diğerine ilerlediği önerisini getirdi. Feynman her bir yörünge ile biri dalganın boyutu-genliği biri de fazı- çukurda ve tepede bulunması- olmak üzere iki sayıyı ilişkilendirdi.  A'dan B'ye giden bir parçacığın olasılığı, A ve B'den geçen her olası yolla ilgili dalgaların toplanmasıyla bulunuyordu.Gündelik dünyada nesneler,bize başlangıç ve sonuç hedefleri arasında tek bir yol ,tek bir yörünge izliyormuş gibi görünür.Bu durum Feyman'ın birden fazla geçmiş(ya da geçmişlerin toplamı) kavramıyla uyum gösterir mi? Evet. Çünkü her bir yola sayılar verme kuralı,büyük nesneler için yolların katılımları birleştiğinde,biri dışında bütün yolların birbirini etkisizleştirmesini gerektirir.Yani sonsuz yol çeşitinden sadece biri,makroskopik nesnelerin harekete gözönüne alındığı sürece önemlidir ve bu yörünge de Newton'uun klasik hareket yasalarından ortaya çıkandır.
 Zamanın doğası fizik kuramlarımızın gerçeklik kavramını belirledikleri bir başka alan örneğidir. Eskiden zamanın sonsuza kadar aktığının açık olduğu düşünülürdü, fakat görelilik kuramı, zamanı uzay ile birleştirmiş ve her ikisinin Evren’deki madde ve enerji tarafından eğrilebileceğini veya bükülebileceğini söylemiştir. Böylece zamanın doğasını kavrayışımız Evren’den bağımız olmaktan onun tarafından şekillenmiş olmaya doğru   değişmiştir. O zaman, zamanın belirli bir noktadan önce kolayca tanımlanamayabileceği anlaşılır oldu; zaman içinde geriye gidilirse aşılamaz bir engele, ötesine kimsenin gidemediği bir tekilliğe gelinebilir. Durum böyleyse,kimin veya neyin büyük patlamaya neden olduğunu veya onu yarattığın sormak anlamlı olmaz. Neden olma ve yaratmadan söz etmek, dolaylı olarak, büyük patlama tekilliğinden önce bir zaman olduğunu varsayar. Yirmi beş yıldır, Einstein’ın genel görelilik kuramının zamanın on beş milyar yıl önce bir tekillikte bir başlangıca sahip olması gerektiği kestiriminde bulunduğunu biliyoruz. Fakat felsefeciler, henüz bu fikre ulaşamamışlardır. Onlar hala kuantum mekaniğini altmış beş yıl önce(Hawking bu kitabını 1993'te yazmıştı) atılan temelleri konusunda endişeleniyorlar. Fiziğin keşif alanının daha ileri gittiğini kavramıyorlar.
   Daha da kötüsü, Jim Hartle ve benim Evren’in herhangi bir başlangıç veya sona sahip olamayabileceğini ileri sürdüğümüz matematiksel sanal zaman kavramıdır. Sanal zaman hakkında konuşmam nedeniyle bir bilim felsefecisi bana şiddetle saldırmıştır. O : “Sanal zaman gibi bir matematiksel hilenin gerçek Evren’le nasıl bir ilgisi olabilir?” demiştir. Kanımca bu felsefeci teknik matematiksel gerçek ve sanal sayılar terimleri ile gerçek ve sanalın günlük dilde kullanılma şeklini birbirine karıştırıyor. Şu sözler benim tezimi açıklar: Kendisini yorumlamakta kullanacağımız bir kuram veya modelden bağımsız olarak neyin gerçek olduğunu nasıl bilebiliriz?
   Evren’i yorumlamaya çalışırken karşılaşılan problemleri göstermek için görelilik ve kuantum mekaniğinden örnekler kullandım. Göreliliği ve kuantum mekaniğini anlamanız veya hatta bu kuramların yanlış olmaları önemli değildir. Göstermiş olmayı umduğum şey,bir kuramın bir model olarak değerlendirildiği bir tür pozitif yaklaşımın, en azından bir kuramsal fizikçi için, Evren’i anlamanın tek yolu olduğudur. Evren’deki her şeyi tanımlayan tutarlı bir model bulacağımız konusunda umutluyum. Bunu yaparsak bu insan soyu için gerçek bir zafer olacaktır.”(2)
Schrödinger'in Kedisi ya da Kuantum Kuramının Gizemli Yanları
   Anlatan: Roger Penrose
Kuantum mekaniği güzel ve derli toplu bir konudur; ama yanı zamanda gizemlerle dolu bir konudur . Hiç kuşkusuz kimi açılardan şaşırtıcı ,kimi açılardan da paradoksal olan bu konu gizemli bir konudur. Vurgulamak istediğim,gizemlerin iki farklı türde olduklarıdır. Bunlara ŞAŞ-gizemleri ve SOR-gizemleri isimlerini vermekteyim.
  ŞAŞ-gizemler, ŞAŞırtan gizemlerdir. Bu gizemlerin fiziksel dünyanın kendisinde yatan gizemler olduklarında şüphe yoktur. Kuantum mekaniğinin böyle gizemli bir şekilde davrandığını bize söyleyen esaslı deneyler vardır. Bu tarz etkilerin hepsi de eksiksiz bir biçimde sınanmış olmasa da, kuantum mekaniğinin haklı olduğuna hemen hiç şüphe yoktur. Bu gizemlerin kapsadıkları olaylardan bazıları şunlardır: Dalga-tanecik ikiliği, buna daha önce biraz değinmiştim;boş ölçümler, bundan az sonra söz edeceğim; spin, az önce anlatmıştım  ve yerel olmayan etkiler, buna da kısa bir süre sonra değineceğim. Bunlar hakikaten de insanı şaşırtan olaylardır, ama çoğu insan bu olayların gerçek olup olmadıklarını sorma gereği bile duymaz;doğanın bir parçası olduklarına şüphe yoktur.
   Diğer taraftan SOR-gizemleri adını erdiğim başka bazı problemlerle de vardır ki, bunlar paradoksal gizemlerdir. Benim düşünceme göre bunlar, kuramın eksik veya yanlış oluşunu veya buna benzer başka bir aksaklığın işaretidirler. Bu yüzden daha esaslı bir SORgulama gerektirirler. Başlıca SOR-gizemi,yukarıda değindiğim ölçme problemi hakkında olanıdır; yani kuantum düzeyinden çıkıp klasik düzeye adımızı attığımız anda kuralların U’dan R’ye değişmesi problemidir. Şayet kuantum sistemlerinin ne denli geniş ölçekte ve ne kadar karmaşık düzeyde davranışlar sergilediklerine aklımız daha çok erseydi, hiç olmazsa yaklaşıklıkla veya bir yanılsamayla da olsa acaba şu R yönteminin neden ortaya çıktığını kavrayabilir miydik? SOR-gizlemelerinin en ünlüsü Schrödinger’in Kedisi’dir.
   Schrödinger’in Kedisi
   Kuantum kuramının eksik ya da aksaklıkları bulunduğuna işret eden Roger Penrose, kuantum kuramının gizemleri arasında Schrödinger’in Kedisi olduğunu belirtir: “Öncelikle hemen belirtmeyim ki Schrödinger çok insancı bir adamcağızdı ve bu deney düşünce deneyidir. Deneydeki kedi, aynı anda hem ölü hem de diri bir haldedir. Böyle kediler ortalıkta gözükmez. Az sonra bu konuya uzun uzadıya değineceğim.
   EPR ve Deney
   Benim görüşüme göre ŞAŞ-gizemleriyle ne yapıp ne edip iyi geçinmeyi öğrenmeliyiz. SOR-gizemlerine gelince daha iyi bir kuram elde ettiğinizde bunların da defteri dürülmeli derim. Bunun, SOR-gizemlerine yönelik benim kendi görüşüm olduğunu burada vurgulamak isterim. Diğer pek çok kimse tarafından kuantum kuramının (apaçık?) paradoksları farklı bir ışık altında, hatta demeliyim ki, birçok farklı ışık altında görülmektedir.
   Daha ciddi bir durum arz eden SOR-gizemlerine geçmeden önce,izninizle ŞAŞ-gizemlerinden bir parça söz edeyim. ŞAŞ-gizemlerinin en çarpıcı olanlarından iki tanesine burada değineceğim. Bu problemlerden ilki kuantumun yerel olmayışı ya da kimilerinin benimsediği biçimiyle kuantum dolaşıklığı ‘dır. Bu, çok sıra dışı bir durumdur. Fikir özgür biçimiyle, Einstein ile meslektaşları Podolsky ve Rosen’den (s: 83) gelmiştir ve EPR deneyi olarak bilinir. Anlaması belki de en kolay olan biçimi David Bohm tarafından öne sürülenidir. Elimizde,daha sonra elektron ve pozitron gibi zıt yüklü iki adet spin - 1/2 parçacığına bölünecek olan bir spin- O parçacığı vardır. Aralarında uzak bir mesafe bulunan A ve B noktalarına gidecek olan parçacıkların spinlerini ölçmek istiyoruz. John Bell’e borçlu olduğumuz bir teorem vardır. Bu teorem bize, A ve B noktalarında gerçekleştirilecek olan gözlem sonuçlarının birleşik olasılılıklarına dair kuantum mekaniğinin beklentileri ile “yerel gerçekçi” bir model arasında ihtilaf bulunduğunu söylemektedir. “Yerel gerçekçi” model deyimiyle A’daki elektron kendi başına bir şey, B’deki pozitronun da kendi başına bir şey olduğunu, bu ikisinin birbirlerinden ayrık bulunduğunu ve hiçbir biçimde birbirlerine bağlı olmadıklarını kabul eden modelleri kastetmekteyim. Bu varsayım, bu durumda, A ve B’de gerçekleştirilmesi söz konusu olan gözlemlerin birleşik olasılıkları konusunda kuantum mekaniğiyle çelişen sonuçlara varmaktadır. Bu durum John Bell tarafından açık bir biçimde ortaya konulmuştur. Elde edilen sonuç çok önemlidir. Örneğin Alain Aspect’in Paris’te yaptığı deney gibi sonradan gerçekleştirilen diğer deneyler de kuantum mekaniğini bu tahminlerinde haklı çıkarmıştır. Bu deney,merkezi bir kaynaktan yayınlanan zıt yönlü bir çift fotonun kutuplanma hallerini göz önüne alır. Parçacıklardan birinin spininin ölçümü,diğerinin spin halini anında belirtmektedir. Bu deneyde fotonların kutuplanma yönlerinden hangisinin ölçüleceği, fotonlar kaynaktan çıkıp A ve B saptayıcılarına varıncaya dek kesinleşmemekteydi. Ölçüm sonuçları açıkça gösterdi ki Bell de dahil olmak üzere çoğu kimsenin düşündüğü gibi A ve B ‘de saptanan fotonların kutuplanma hallerine ait birleşik olasılıklar, kuantum mekaniğinin öngörüsünü doğrulamaktaydı. Halbuki bu, iki fotonun ayrık ve bağımsız nesneler oldukları yönündeki olağan varsayımı çürütmekteydi. Aspect deneyi kuantum dolaşıklığı etkilerini yaklaşık 12 metrelik bir uzaklık üzerinden saptamıştı. Bugünlerde ise kuantum kriptografisinde aynı etkilerin kilometre ölçeğindeki m uzaklıklarda gerçekleştiği kimi deneyler bulunduğunu öğrenmekteyim(s: 84)
   Olayların A ve B gibi iki ayrık noktada oluştuğunu ama bunların yerel olmayan etkiler dolaysıyla gizemli bir biçimde birbirlerine bağlandıklarını vurgulamalıyım. Ne yolla birbirlerine bağlandıkları ya da dolaştıkları konunun en nazik noktasını oluşturmaktadır. Öyle bir biçimde dolaşmaktadırlar ki, bu dolaşıklıktan yararlanarak A’dan B’ye sinyal göndermenin hiçbir yolu yoktur. Kuantum kuramının görelilikle olan tutarlılığı açısından, bu son derece önemli bir noktadır. Aksi takdirde kuantum dolaşıklığını kullanarak ışıktan hızlı haber ulaştırmak olanaklı hale gelecekti. Kuantum dolaşıklığı çok ilginç bir durumdur. Nesnelerin birbirinden ayrı, ama yine de iletişim halinde bulundukları bir ara duruma karşılık gelmektedir. Bu, tamamıyla kuantum mekaniksel bir olaydır ve klasik fizikte bununla benzeşen başka bir olaya rastlamak mümkün değildir.(3)
 "Boş Ölçümler"
   ŞAŞ-gizemlerine ikinci örnek, boş ölçümlerdir. Elitzur-Vaidman bomba sınama problemi bu durumu gayet güzel açıklamaktadır. Terörist bir çetenin üyesi olduğunuzu ve yığınla bombadan oluşan bir ganimete konduğunuzu varsayın. Her bir bombanın burun kısmında aşırı duyarlı bir fünye bulunsun. O denli duyarlı ki burnunun ucunda bulunan küçük aynaya tek bir görülebilir ışık fotonunun çarpıp yansıması dahi, bombanın dehşet bir patlamayla infilak etmesi için yeterli gelsin. lakin yığının içindeki bombalardan önemli bir kısmı ateş almamaktadır. Ateşlenmeyen bu bombaların kendilerine özgü birer defosu vardır. Çünkü aynanın bağlı olduğu hassas piston,üretim aşamasında sıkışmıştır. Bu yüzden defolu bir bombanın aynasına bir foton çarparsa bile piston hareket etmemekte ve bomba patlamamaktadır. İşte işin püf noktası, defolu bombanın ucunda bulunan bu aynanın, artık infilak mekanizmasını harekete geçirici bir parça değil, sıradan bir sabit ayna görevi görmesidir. Bu koşullar altında problem işidir: İçlerinde defoluların da bulunduğu bu bir yığın bomba arasından,sağlamlığını garanti edebileceğiniz bir bomba seçin. Klasik fizikte bu işin içinden çıkmak tek kelimeyle olanaksızdır. Bir bombanın sağlam olup olmadığını anlamak için, fünyesinin kımıldayıp kımıldamadığına bakmaktan başka çare yoktur ki bu durumda da bomba patlar.
   Kuantum mekaniğinin, olmamış bir şeyin olabilirliğini yoklamanız için size olanak tanıması muhteşem bir şeydir. Resmen, felsefecilerin farzı mahal dedikleri şeyi sınamadan geçirmektedir. Kuantum mekaniğinin farzı misallerden gerçek etkilerin doğmasına göz yumması olağanüstü bir durumdur!
   Bu problemin içinden nasıl çıkacağınızı size göstereyim.
   1993 yılında Elitzur ve Vaidman tarafından sunulan çözümün özgün biçimini anlatacağım. Defolu bir bombamız olduğunu varsayalım. Üzerindeki ayna sıkışmış durumdadır sabit bir aynadır bu yüzden bir foton çarpıp yansıdığında aynada kayda değer bir kıpırdama olmamakta ve patlama gerçekleşmemektedir. Şimdi yeni bir düzenek kuruyoruz. Yayınlanan bir foton ilk olarak yarı yarıya gümüşlenmiş bir aynayla karşılaşmaktadır. Bu ayna kendisine gelen ışığın yarısını geçirmekte diğer yarısını ise yansıtmaktadır Bunun aynaya düşen fotonların yarısının aynanın içinden geçip gittiği, kalan yarısının da aynadan yansıdığı anlamına geldiğini düşünebilirsiniz. Gel gelelim fotonlar kuantum seviyesinde tek tek ele alındıklarında, ortaya çıkan durum hiç de öyle değildir. Gerçekte, kaynaktan tek olarak çıkan bir foton, kendisi için birer seçenek oluşturan her iki-iletilen ve yansıtılan güzergahın üst üste binmesinden meydana gelen bir kuantum haline konulmaktadır. Bombanın üzerindeki ayna,iletilen foton ışınının geçiş hattı ile 45 derecelik bir açı yapan konumda bulunmaktadır. Böylece fotonun aynaya gelen yolu ile yansıyan yolu arasındaki açılar 90 derece olmaktadır. Foton ışınının yarı yarıya gümüşlenmiş aynadan yansıyan kısmı, yolu üzerinde yine 45 derecelik konumda bu kez tam gümüşlenmiş bir başka ayna üzerine düşerek bir araya gelmektedir.
   Gelin, bombanın defolu olması durumunda kaynaktan çıkan tek bir fotonun başına neler geldiğini hep birlikte izleyelim. Yarı yarıya gümüşlenmiş ilk aynayla karışlaştığında, fotonun hali iki ayrı hale bölünür. Bunlardan birisi fotonun yarı gümüşlenmiş aynadan geçip defolu bombaya doğru yönelmesine, öbürü de sabit aynaya doğru yönelecek şekilde yansımasına karşılık gelmektedir(Foton güzergahlarının bu şekilde üst üste binmesi çit-yarık deneyindeki duruma benzemektedir. Ayrıca bu, spinleri bir araya eklememiz durumuyla da esas açısından aynı olaydır.) yarı yarıya gümüşlenmiş aynalar arasında kalan iki ayrı güzergahın uzunluklarının tamtamına birbirine eşit olduklarını varsaymaktayız. Saptayıcılara vardığında fotonun hangi halde bulunduğunu belirleyebilmemiz için, fotonun saptayıcılara ulaşmak için kullanabileceği bu iki ayrı rotayı birbirleriyle kıyaslayarak göz önüne almak zorundayız. Çünkü bu rotalar kuantum seviyesinde üst üste binme durumuna gelmektedirler. B saptayıcına ulaşırken iki rotanın bir birini söndürdüğünü, A saptayıcısına ulaşırken ise birbirlerini(s:88) destelediğini görmekteyiz. Bu nedenle yalnızca bir tek sinyal mevcut olabilir ve bu sinyal de A saptayıcısını uyaran sinyaldir. B saptayıcısı ise hiçbir zaman uyarılmamaktadır. Bu bir girişim desenidir. Bu desende,kimi noktalarda, kuantum halinin iki ayrı bileşeninin o noktada birbirlerini söndürmeleri dolaysıyla aydınlanma şiddeti sıfırdır. Demek ki defolu bir bombadan yansıma durumunda daima A saptayıcısı uyarılmakta, B saptayıcısı ise hiçbir zaman uyarılmamaktadır.
   Şimdi gelelim sağlam bir bombanın söz konusu olduğu duruma.
   Bu durumda bombanın ucundaki ayna artık sabit bir ayna özelliğinde olmadığından, sahip olduğu kımıldama yeteneği bombayı bir ölçüm aygıtı durumuna getirmektedir. Bomba, aynadaki foton için şu iki seçenekten birini ölçecektir: ya varmış bir foton halindedir ya da varmamış bir foton halindedir. diyelim ki foton yarı yarıya gümüşlenmiş ilk aynadan geçmiş olsun ve bombanın ucuna monte edilmiş olan ayna da fotonun bu yolu aşıp geldiğini ölçsün.”boom!!! o anda bomba infilak edecektir. Onu kaybettik. Öyleyse yeni bir bomba yerleştirip yeniden deneyelim. Belki bu sefer bomba, fotonun ulaşmadığını ölçer de patlamaz. Böylece fotonun diğer yolu takip ettiği ölçülmüş olur(Bu ölçüm boş bir ölçümdür). Şimdi, foton yarı gümüşlenmiş aynalardan ikincisine vardığında,iletildiği kadar yansıtılabilir de; bu yüzden artık B’nin uyarılması söz konusudur. Bu nedenle sağlam bir bomba ile çalışıldığında, B’de arada sırada bir foton saptanacaktır. Bu da bombanın,foton öbür yoldan gitmiş olarak ölçtüğüne işaret etmektedir. Burada kilit noktası sağlam bir bombanın bir ölçüm aygıtı olarak davranmasıdır; foton bombayla etkileşmese dahi,yani bir boş ölçüm. . Bu ise fotonun (bir önceki paragrafta) B’de saptanmasını önleyen tam sönümleme durumu ile çatışan bir durumdur. Yani bu kez foton bu yoldan geçmediyse mutlaka öbür yoldan geçmiş olmalıdır! Eğer foton B’de saptanırsa,bombanın bir ölçüm aygıtı olarak davrandığını anlarız;yani bu sağlam bir bombadır. Öte yandan,şayet bomba sağlam bir bombaysa,arada sırada da olsa B saptayıcısı kendisine bir foton ulaştığını ölçecek ve de bomba patlamayacaktır(s: 89).
   Bu ancak ve ancak bombanın sağlam bir bomba olması durumunda mümkündür. Böyle bir durumda bombanın sağlam bir bomba olduğundan emin olabilirsiniz, çünkü fotonon diğer yolu izlediğini gerçekten de ölçmüştür.
   Bu durum gerçekten de olağanüstüdür. Zeilinger, 1994 yılında Oxford’u ziyaret etmiş ve bana bomba sınama deneyini gerçekleştirdiğini söylemişti. Aslında o ve arkadaşları deneyi bombalarla değil,aynı ilkeye dayanan başka bir şeyle yapmışlardı. Zeilinger’in büyük olasılıkla terörist olmadığını hemen belirteyim. Sonra da bana, kendisi ve meslektaşları Kwiat, Weinfurter ve Kasevich’in aynı deneyi bir tek bomba bile israf etmeden yapabildikleri bir çözüm getirdiklerini anlattı. Bunun nasıl gerçekleştiğini,uzun uzadıya anlatmayacağım,çünkü çok daha ince ayrıntıları olan bir düzenektir. Gerçekten de yok sayılabilecek kadar az bir malzeme ziyan olmaktadır. Hatta belki hiçbir şey ziyan etmeden de sağlam bomba bulmamız mümkündür.
   Sizi bu düşüncelerle baş başa bırakmak istiyorum. Bu örnekler kuantum mekaniğinin ve ŞAŞ-gizemlerinin olağanüstü doğasının kimi taraflarını gözler önüne sermektedir. Sanırım meselenin bir bölümünü,bazı insanların bütün bu anlatılanlardan sonra hipnotize olmuş bir konuma geçerek şöyle demeleri oluşturmaktadır: “Aman Tanrım, kuantum mekaniğinin bu denli hayret verici olduğunu bilmiyordum.” Bu gayet isabetli bir belirlemelidir. Bütün bu ŞAŞ-gizemlerini gerçek birer olay olarak kabul ettiğine göre,o kadar hayret verici olsun artık. Ne var ki bununla yetinmeyip SOR-gizemlerini de aynı biçimde kabullenmeleri gerektiği kanısına kapılmaları bence hiç de doğru değildir!
   Şimdi de Scnrödinger’in kedisine dönelim. Bir foton kaynağı ve üzerine düşen fotonun kuantum halini,bir yansıtılan bir de iletilen olmak üzere iki değişik halin üst üste binmesine dönüştüren yarı gümüşlenmiş bir ayna bulunmaktadır. İletilen fotonun yolu üzerinde,foton kendisine ulaştığında bunu haber alan ve kediyi öldürmek üzere bir silahı ateşleyen bir foton sapma aygıtı vardır. Kedinin,ölümün en son halkasını oluşturduğu düşünülebilir. Kedi bu noktada ya ölü ya da diri bir halde bulunduğunda, kuantum seviyesinden,ölçüp biçilebilir nesnelerin dünyasına geçmiş oluruz. Ancak burada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: Şayet kuantum seviyesinde olup bitenlerin,kedilerin ve benzeri diğer şeylerin seviyesinde de geçerli olduklarını kabul edecek olursanız,o halde kedinin gerçekten içinde bulunduğu halin hem ölümün hem de dirimin üst üste binmesi olduğuna da kendinizi inandırmak zorunda kalırsınız. Sorun şudur: Foton o yöne giden ve bu yöne giden hallerin üst üste binmesi durumundadır;saptayıcı açık olma ve kapalı olma hallerinin üst üste binmesi durumundadır ve kedi de ölüm haliyle dirim halinin üst üste binmesi durumundadır. Bu problem uzun zamandır bilinmektedir. Peki insanlar bu konu hakkında ne gibi görüşler ileri sürmektedir? Kuantum mekaniği konusundaki tavırlar,belki kuantum fizikçilerinin sayısından da fazladır. Burada bir çelişki söz konusu değildir. Çünkü kuantum fizikçilerinden bazıları aynı anda birkaç farklı görüşü savunmaktadırlar.
   Mevcut görüş açılarına yönelik genel bir sınıflandırmayı, Bob Wald’in çok güzel bir yemek sohbetinde söylediği şu sözlerle sunmak istiyorum.
   Kuantum mekaniğine gerçekten inanırsanız,ciddiye alamazsınız.
   Bana öyle geliyor ki,bu değerlendirme kuantum mekaniğine ve insanların ona doğru olan tutumlarına ilişkin çok derin ve doğru bir değerlendirmedir. Kuantum fizikçilerini belli kategorilere ayırdım. Bilhassa da inananlar ve ciddiye alanlar olarak grupladım. Ciddiyetle neyi kastetmekteyim? Ciddi düşünenler hal vektörünün gerçek dünyayı betimlediği kanısındadırlar. Onlara göre hal vektörü gerçekliğin ta kendisidir. Kuantum mekaniğine “gerçekten” inananlar ise kuantum mekaniğine yönelik alınması gereken doğru tavrın bu olduğu kanısını paylaşmıyorlar.Diyagramda bazı kişilerin isimlerine yer verdim. Anladığım kadarıyla Niels Bohr ve Kopenhag okulunu izleyenler inananlar grubundandır. Bohr, hiç kuşkusuz kuantum mekaniğine inanmakta ama hal vektörünün dünyanın bir betimlemesi olduğu görüşünü ciddiye almamaktadır…
   Ciddi düşünen insanları farklı gruplara ayırdım. Bunlardan bir kısmı,bütün hikayenin U’dan ibaret olduğunu,her şeyi üniter gelişim kapsamında çözmeniz gerektiğini düşünenlerdir. Bu düşünce birden fazla dünya görüşüne yol açmaktadır. Bu görüşe göre kedi hem ölü hem de diridir;ancak iki kedi bir bakıma farklı evrenlerde yaşamaktadır. Bundan daha sonra söz edeceğim. Bu genel görüş açısına,hayatlarının sadece belli bir bölümünde de destek verenlerden bir kısmını belirttim Birden fazla dünyanın destekçileri,diyagramın ortasında yer alanlardır. Kendimi de onların arasında saymaktayım. Bunlar, U’nun da R’nin de gerçek olaylara denk düştüğü fikrini savunanlardır. Sistemin üç aşağı beş yukarı küçük bir sistem olması durumunda geçerliliğini sürdüren tek şey üniter gelişim değildir;onun yanı sıra adını R koyduğum başka bir şeyler daha geçerliliğini sürdürmektedir. Bu tastamam R olmayabilir;ama yine de ona yakın bir şeydir. Eğer buna kanaat getirdiyseniz,mevcut duruma göre şu iki görüş açısından birini tercih etmelisiniz. Hesaba katılması gereken yeni fiziksel etkiler bulunmadığı görüşüne destek verebilirsiniz. De Broglie ile Bohr’un görüşlerini,Griffiths,Gell-Mann,Hartle ve Omnes’in savundukları diğer fikirlerle birlikte bu guruba kattım. R’nin de belli bir rolü vardır;ancak kimse yeni etkilerle karşılaşmayı beklememelidir. “Gerçekten ciddiler” gurubuna giren ve benim de paylaştığım ikinci görüş açısı da vardır. Buna göre yeni bir şey gelip kuantum mekaniğinin yapısını değiştirecektir. R ile U ciddi biçimde çelişmektedir;bu noktada yeni bir şey gelip katılmak üzeredir. Bu fikri paylaşanlardan bir kısmının isimlerini sağ alt köşeye ekledim (Karolyhazy, Pearle, Ghirandi ve arkadaşları, Diosi, Percival,Gisin,Penrose).
   Şimdi matematiğin içine biraz daha ayrıntısıyla dalmak ve özellikle Schrödinger’in kedisiyle uğraşan farklı görüş açılarına eğilmek niyetindeyim. Schrödinger'in kedisine ait resme geri dönelim ve bu kez w ve z karmaşık sayılarından oluşan orantı katsayılarını da içine dahil edelim. Foton iki hal arasında bölünmüş durumdadır. Şayet kuantum mekaniği konusunda ciddi iseniz, hal vektörünün gerçek olduğu kanısındasınızdır. Bu yüzden de kedinin gerçekten de hem ölüm hem de dirim hallerinin belli bir biçimde üst üste bindiği bir durum içinde bulunması gerektiği fikrini savunmaktasınız. Ölüm ve dirim hallerini Dirac parantezleriyle belirtmek çok elverişlidir. Dirac parantezlerinin içine çeşitli semboller koyduğumu gibi kedileri de koyabilirsiniz. Gel gelelim bütün hikaye kedide düğümlenmiyor,çünkü silah, foton ve bunları çevreleyen hava da işin içindedir. Yani bir ortam mevcuttur ve hali oluşturan her bileşen gerçekten bütün bu etkilerin çarpımına eşittir. Ama ne olursa olsun üst üste binme durumu gene de söz konusudur.
   Bütün bunlarla birden fazla dünya görüşünün ne ilgisi var? Bu koşullar altında birisi çıkıp gelse ve kediye baksaydı şu soruyu soracaktınız: “Peki bu insan kedi hallerinin üst üste binme durumunu neden görmüyor?”Bu soruya karşılık olarak birden fazla dünya fikrini destekleyen kişi, durumu kediyi ya ölü ya da diri olarak açıklayacaktı. Bu durumda,canlı bir kedi hali,bir de canlı bir kedi görerek ve algılayarak buna eşlik eden bir insan var;ayrıca bir ölü kedi var ve bir de ölü kedi gören bir insan var. Bu iki seçenek üst üste binmiştir. Dirac parantezleri içinde,bu iki halden her birinde bulunan kediyi gözlemleyen kişinin ruh hallerine de yer verdim; yüz ifadesi kişinin içinde bulunduğu ruh halini yansıtmaktadır. Bu durumda birden fazla dünya görüşünü savunan birisine göre her şey yolundadır. Kediyi algılayan kişinin farklı kopyaları mevcuttur,ancak bunlar “farklı evrenlerde” yer almaktadırlar. Kendinizi bu kopyalardan biri olarak düşünebilirsiniz;ancak sizin bir başka “paralel” evrende öteki olasılığı seyreden bir kopyanız mevcuttur. Elbette bu, evrenin hiç de öyle tutumlu bir betimlemesi değil; fakat sanırım birden fazla dünya betimlemesi için işler bundan daha da kötüdür. Zira beni endişelendiren tek şey müsriflik değildir. Asıl sorun, bunun probleme gerçek bir çözüm getirememesidir. Sözgelimi makroskobik düzeydeki üstü üste binmeleri algılama gücünü bilincimiz bize neden sağlayamıyor? Gelin isterseniz w ile z’nin birbirine eşit olduğu özel duruma bir göz atalım. Canlı kedi artı, ölü kedi ile beraber canlı kediyi algılayan kişi artı artı, ölü kediyi algılayan kişi artı, canlı kedi eksi, ölü kedi ile beraber canlı kediyi algılayan kişi eksi, ölü kediyi algılayan kişi. Hepsi bir parçacık cebir. Bu noktada şunu diyebilirsiniz: “İyi ama bunu bu şekilde yapamazsınız;algılama halleri hiç de böyle değil!” Peki neden? Algılamanın ne demek olduğunu bilmiyoruz ki. Algılama halinin hem canlı hem de ölü bir kediyi aynı anda algılamak olmadığını nereden biliyoruz? Algılamanın ne anlama geldiğini bilmediğimiz ve elinizde de böyle karma algılama hallerinin neden yasak olduğunu size açıklayabilecek iyi bir kuram olmadığı sürece-ki bu konu bölümün sınırlarını da aşmaktadır-bana öyle geliyor ki,bu tarz bir giriş, konuya hiçbir açıklık getiremeyecektir. Bu,neden üst üste binme durumuna ait algılamanın değil de,iki tür algılamadan yalnızca birisinin meydana geldiğini izah etmemektedir. Buradan belki bir kuram ortaya çıkabilir;ama elinizde algılamaya ait bir kuramın da olması şartıyla. Bu noktada başka bir itiraz daha söz konusudur. W ve z sayılarını daha genel sayılar arasından seçtiğimizde elde edilen olasılıkların,neden daha önce sözünü ettiğim ve kuantum mekaniğinde modüllerin karelerinin hesaplanması yoluyla elde edilen olasılıkları verdiği açıklanamamaktadır. Bu olasılık, her şey bir yana, çok hassas bir biçimde sınanabilen olasılıklardır (s: 96).
   Kuantum ölçümleri konusuna biraz daha eğileyim. Kuantum dolaşıklığı konusunu daha fazla açmam gerekecek. Anımsarsanız ŞAŞ-gizemlerinden bir tanesi olan EPR deneyinin Bohm yorumuna yer vermiştim. İki yönde hareket eden spin-1/2 parçacıklarının halini nasıl tanımlamaktayız? Toplam spin sıfırdır.Bu yüzden bu yandaki parçacığı spin-yukarı olarak saptadık mı,biliriz ki öbür yandaki spin-aşağı olmak zorundadır. Bu durumda birleşik sistemin kuantum hali “bu yukarı” ile “o aşağı”nın bir çarpımı olmalıdır. Ama eğer bu yandaki parçacığın spinini aşağı doğru saptadıysak, o halde yandaki yukarı olmak zorundadır.(Bu farklı şıklar,bu yandaki parçacığın spinini yukarı/aşağı yönde incelemeyi seçmemize göre ortaya çıkmaktadır.)(Çev notu: Yani ilk incelememizde yukarı yönü,ikincisinde de aşağı yönü seçmiş olmamız dolaysıyla). Sistemin bütününe ait kuantum halini elde etmek için bu seçenekleri üst üste bindirmeliyiz. Aslında hangi yönü seçersek seçelim,parçacık çiftinin toplam spininin sıfır etmesi için bir de eksi işaretine ihtiyacımız vardır.(s: 97)
   Şimdi,benim “bu yanda” bulunan saptayıcıma doğru gelmekte olan parçacık üzerinde bir spin ölçüm işlemi gerçekleştirmeyi tasarladığımızı,diğer parçacığın da çok uzaklara,ta Ay’a doğru hareket ettiğini,yani Ay’ın “ yan”a karşılık geldiğini varsayalım. Ayrıca Ay’da,kendi parçacığını yukarı/aşağı yönde ölçmek üzere başka bir meslektaşımın hazır bulunduğunu da varsayalım. Bu arkadaşımın kendi parçacığını spin yukarı bulması olasılığıyla spin aşağı bulma olasılığı birbirine eşittir. Şayet o spin-yukarı bulursa,benim parçacığımın hali aşağı yönlü olmalıdır. O spin-aşağı bulursa,benimkinin hali yukarı yönlü olmalıdır. Bu nedenle,ölçüm yapmak üzere olduğum parçacığın hal vektörünün,spin-yukarı ve spin-aşağı hallerinin eşit olasılıklı bir karışımı olduğunu düşünmekteyim.
   Kuantum mekaniğinde buna benzer olasılık dağılımlarının üstesinden gelebilmek için belli bir yöntem uygulanmaktadır. Bu amaçla kullanılan niceliğe yoğunluk matrisi adı verilmektedir. Söz konusu durumda benim “bu yanda” kullanabileceğim yoğunluk matrisi, (s: 98)buradaki spini yukarı ya da aşağı yönlü bulma olasılığına denk düşmektedir. Bunlar,olağan klasik olasılıklardır ve üzerinde ölçüm yapmak üzere bulunduğum parçacığın spin halini saptamamdaki belirsizliği ifade etmektedirler. Olağan olasılıklar, olağan reel sayılardır(0 ile 1 arasında).,, Şimdilik şu kadarını belirtmek yeterlidir: Yoğunluk matrisi,sistemin kuantum halinin bir kısmı üzerinde gerçekleştirilebilecek ölçümlerin sonuçlarıyla ilgili olasılıkları hesaplayabilmek için,ihtiyaç duyulan bütün malumatı içermektedir. Şu şartla ki, aynı halin geri kalan kısmıyla ilgili hiçbir haber elde etmek mümkün değildir. Bizim örneğimizde toplam kuantum hali parçacık çiftine( dolaşık hale) karşılık gelmektedir. “O yanda” yani Ay üzerinde,benim “bu yanda” incelemek üzere olduğum parçacığın eşi üzerinde gerçekleştirilebilecek ölçümler hakkında,benim “bu yanda” bir haber edinmemin mümkün olmadığını varsaymaktayız.
   Şimdi durumu bir parça değiştirelim. Ay’da bulunan meslektaşımın kendi parçacığının spinini yukarı/aşağı doğrultusunda değil sol/ sağ doğrultusunda ölçmeyi tercih ettiğini varsayalım. Böyle bir sonucun ortaya çıkması açısından hal betimlemesini kullanmak daha elverişlidir. Ayda bulunan meslektaşımın (sol/sağ) spin ölçümü için (s: 99) nasıl bir sonuç elde edeceğini hala bilmemekteyiz. Bildiğimiz tek şey spin-sola bulma olasılığının 1/2 olduğu ki,bu durumda ben spin-sağa bulmalıyım ve spin sağa bulma olasılığının da yine 1/2 olduğudur ki,bu durumda ben spin-sola bulmalıyım. Buna göre yoğunluk matrisi DH ,şekil 2.13’teki gibi olmalıdır. Bu ise dönüp dolaşıp önceki yoğunluk matrisine denk düşmelidir. Daha doğrusu,olması gereken durum budur. Ay’daki meslektaşımın ölçümler konusundaki tercihi, benim kendi ölçümlerimden elde edeceğim olasılıkları etkilememelidir(Çünkü eğer etkilenecek olursa Ay’da bulunan meslektaşımın bana ışıktan hızlı bir sinyal göndermesi ve spin ölçümünün yönüne dair tercihini kodlayarak bana haber vermesi mümkün hale gelecektir).
   Yoğunluk matrislerinin gerçekten aynı olduğunu doğrudan doğruya cebire baş vurarak da görebilirsiniz. Cebirin bu türüne aklınız eriyorsa neden söz ettiğimi anlamış olmalısınız;ama emiyorsa da aldırış etmeyin. Şayet sistemin belli bir kısmına erişim sağlamak mümkün değilse,yoğunluk matrisi yapabileceğiniz en iyi şeydir. Yoğunluk matrisi,olasılıkları alışıldık biçimde (s: 100) ele alır, ancak kuantum mekaniksel olasılıkların üstü kapalı bir biçimde işin içinde olduğu kuantum mekaniksel bir betimlemeyle ilintili olarak. Eğer “ o yanda” neler olup bittiği hakkında hiçbir bilgim yoksa, “bu yandaki” hale ilişkin verebileceğim en iyi betimleme budur.
   Buna rağmen yoğunluk matrisinin gerçeği betimlediğini savunmak da zordur. Mesele, bir süre sonra Ay’dan meslektaşımın hali ölçtüğünü ve cevabın şöyle şöyle olduğunu bana bildiren bir haber almayacağımdan emin olmamamdır. Böyle bir durumda,parçacığın halinin ne olduğunu gerçekten bilebilirim. Yoğunluk matrisi parçacığımın hali hakkında bana her şeyi söylememiştir. Bunu bilmek için birleşik parçacık çiftinin gerçek halini bilmeye ihtiyacım vardır. Kısacası, yoğunluk matrisi bir bakıma eğreti bir betimlemedir; bu yüzden de zaman zaman FAPP(yani, bütün pratik kaygılar açısından) deyimiyle ifade edilmektedir.
   Yoğunluk matrisi çoğunlukla bu tarz durumları betimlemek amacıyla kullanılmaz. Daha çok şekil 2.14’te gösterilene benzer (s: 101) durumları betimlemekte ondan yararlanılır. “Bu yanda” benim erişim sağlayabildiklerimle, “diğer yanda” Ay’daki meslektaşımın erişim sağlayabildikleri arasında bölünmüş dolaşık bir hal söz konusu olmayıp,bu durumda “bu yandaki” hali ölü ya da diri bir kedi “ o yandaki” hali de (belki de aynı odanın sınırları içinde de olsa) kedi ile birlikte işin içine dahil olan toplam ortamın durumunu oluşturmaktadır. Bu durumda toplam dolaşık hal vektörünü bulmak için canlı kediyle birlikte başka bir ortamı göz önüne alabilmekteyim. Bu noktada FABB yanlıları, ortam hakkında hiçbir zaman yeterli bilgi toplayamayacağımızı,bu sebeple hal vektörünü değil yoğunluk matrisini kullanmak zorunda olduğumuzu ileri sürmektedirler.(4)
--------------------------------------------------
Kuantum Mekaniği İlkeleri
Klasik fizik maddeyi makroskobik olarak inceler. Bu mekaniğe Newton mekaniği denir ve fizikteki devrimlerin en önemlilerinden biridir. Ancak 20.yüz yıl başlarında, Newton'dan iki asır sonra, klasik fizik bazı olayları açıklayamadığından yeni arayışlar doğmuş ve sonuçta kuantum mekaniğinin gebeliği başlamıştır.
Kuantum mekaniği (KM) teorik temel parçacık fiziğinin tam merkezinde bulunur. Atom ve molekülleri doğru şekilde tanımlamak ve anlatmak bakımından mükemmel bir teori olmasına rağmen birçokları tarafından olasılıklar, belirsizlikler, kesin tanımlamaları engelleyen ve pek açık olmayan bir teori olarak da düşünülür. KM olmaksızın DNA'nın yapısı ve işlevini, yıldızların renklerini, atomların kararlılığını, kimyasal bağları, üstüniletken-akışkanların özelliklerini ve LASER'i anlayamaz, anlatamazdık. Ancak, KM kendi içinde bir kuram değildir, daha çok bütün çağdaş fizik kuramlarının içinde yer alması gereken bir çerçevedir.
                                      
Bütün bunların arasında KM'nin ustalarından birisi de "Biliyor musunuz, benim fizik öğrencilerim de anlamıyorlar. Çünkü ben anlamıyorum. Hiç kimse anlayamıyor... Ben size doğanın niçin bu kendine özgü biçimde çalıştığını anlatamam" diyerek sağduyumuzu ne kadar çok zorladığını ima etmektedir. Çünkü KM doğayı sağduyu bakımından zırva olarak tanımlar. Aslında KM'in mantıksal ve matematiksel yapısı, her türlü çelişkiden uzak, tamamen bağdaşık, içten tutarlı özellik gösterir.
KM'i, temel fizik kuramları içerisinde "üstün" kuramlardan kabul edilir. Buna karşın evrenin büyük patlamayla oluşumu sadece "yararlı teori" olarak kabul edilir. Üstün kuram şudur; evren ve dünyadaki tüm olgulara uygulanabilir ve hiç bir gözlemsel sapmaya yer vermez. Ancak, içinde yaşadığımız dünyanın eksiksiz bir resmini tanımlamak için halen yetersizidir ve belki de daha sonraki teorilerin temelini oluşturacak olan bir çocuktur. KM'nin yasaları çok kesin bir biçimde formüle edilmesine rağmen sonuçları "yorumlamak" tuhaf bir belirsizlikle uğraşmaya benzer. Ancak, o kadar kesin işlemektedirler ki onları yadsımak mümkün değildir. Bununla birlikte bir cisim büyüdükçe ve kütlesi arttıkça, KM ile hareketin normal "klasik fizik" yasaları arasındaki farkı görmek giderek güçleşir.
Yirminci yüzyılın büyük fizik kuramları; kuantum kuramı, özel-genel görelilik ve kuantum alan kuramıdır. Bu kuramlar birbirinden bağımsız değildir. Genel görelilik özel görelilik üzerine kurulduğu gibi, kuantum alan kuramı da özel görelilik ve kuantum kuramına dayanmaktadır. Kuantum alan kuramının, 1011 de bir ölçüsünde doğru olan ve şimdiye kadar yapılmış olan en duyarlı kuram olduğu söylenir. Genel görelilik ise 1014'de bir doğruluğa sahiptir. 
KM, yalnızca eski Newton'cu mekaniğin ortaya attığı düşüncelerle değil, sağduyumuzla da pek çok açıdan uyuşmazlık içindedir. Sağduyumuzu adeta törpülemiştir. KM bize saçma geliyor olabilir. KM'ne inanmamızın nedeni öngörülerinin deneysel sonuçlarla mükemmel uyumudur. Örneğin; elektronun manyetik momentumu KM teorik hesaplamalarla 1.001159652(46) olarak bulunurken, deneysel sonuçlar 1.0011596521(93) sayısını verir ve sadece on birinci ondalık basamakta kuramsal ve deneysel ölçüm birbirinden farklılık gösterir. Bu elimizdeki teorinin gerçekle uyuşması açısından akıl almaz bir tahmindir.
100 yaşını henüz geçen KM'ın, 1900'da Max Planck'ın (1858-1947) fizikçilerin yıllardır üzerinde uğraştıkları bir problemin kabul edilebilir bir çözümünü bulmasıyla doğum sancıları başlamıştı. Isıtılan bir madde parçası kızdıkça ışıldamaya başlar. Daha yüksek sıcaklıklarda kızıl kor, sonunda da akkor haline gelir. Yüksek ısılarda böyle siyah cisimler tarafından ışınlar yayılır. Bu "siyah cisim ışıması"dır. Planck, ışınımın büyüklüklerinin belli paketler halinde yayıldığını ileri sürmüştü. Enerjinin ayrı ayrı enerji paketleri halinde yayılması yeni bir düşünceydi. Planck, bu açıklamanın doğayı tanımlamada kullandığımız temel kavramları kökünden sarsacağından habersizdi. Böyle bir paketteki (kuantum) enerji miktarı ışınım frekansıyla doğru orantılıydı. Denklem olarak şöyle yazılıyordu: E=hν=hc/λ. Planck, gerek duyduğu sabiti de h ile gösterdi. Bu sabit daha sonra Planck sabiti olarak adlandırıldı ve ışık hızı ya da pi sayısı gibi doğanın bir değişmezi, Planck sabiti de keşfedilmiş oldu. Böylece kuantum dünyasının gizli perdesi iyice aralandı. Ardından, oyunun başlaması çok uzun zaman almadı. 1905'lerde ise Louis de Broglie, lamdaλ frekansıyla salınım yapan bir parçacığa, bir "dalganın eşlik edeceğini" gösterdi.
Niels Bohr (1913), bir atom çekirdeğinin yörüngesindeki elektronların açısal momentumunun, h/2π'nin tam katları değerler alabileceğini ortaya koydu. Daha sonra Paul Dirac daha kullanışlı olan ħ=h/2π tanımını geliştirdi (uzun kolunda yatay çizgi olan h). Buna göre açısal momentum elektronlar için sadece 0,ħ,2ħ,3ħ,4ħ şeklinde değerler alabiliyordu. Bu yeni sistemle atomun çevresindeki elektronların kararlı enerji düzeyleri olduğu ortaya konuldu. 10 yıl sonra, 1923'de de Broglie, parçacık-dalga karmaşasına bir aşama daha ekleyerek parçacıkların bazen dalgalar gibi davrandıklarını öne sürdü. Böylece Einstein'ın ünlü E=mc2'si ile Planck'ın E=hν'si iyice birbirine yakınlaşmaya başladı. Bugün için iyi bilinen E=mc2=hν=ћω denklemi elde edildi. Burada v frekansında salınan parçacık, yalnız kesikli hν/c2 kütle birimlerinden (kuantum) oluşmalıydı. Werner Heisenberg "matris" mekaniğini (1925) ve Erwin Schrödinger "dalga mekaniğini" (1926) ortaya koyarak kuantum kuramını güçlü bir zemine oturttular.
-----------------------------------------------------------------------
Schrödinger’in Kedisi:
      Bu, düşünsel bir deneydir. Özel bir kutuya giren bir kedinin düştüğü kötü durumu irdeler. Kutuda (diyelim ki) çıkan bir foton yarı geçirgen bir aynaya çarpar ve fotonun dalga fonksiyonunun aynayı geçen kısmı bir detektöre gelir. Dedektöre foton geldiği anda, otomatik olarak bir silah ateşlenerek kediyi öldürür. Eğer foton gelmezse, kedi yaşar ve keyfi iyidir. (Stephen’in, kedilere düşünsel deneylerde bile eziyet edilmesine karşı olduğunu biliyorum) Sistemin dalga fonksiyonu, bu iki olasılığın bir süper pozisyonudur... Fakat algılarımız bize niçin, sadece “kedi ölü” ve “kedi diri” gibi makroskobik alternatifleri değil de bu gibi durumların makroskobik süper pozisyonlarını algılamaya izin vermiyor?
   Burada bilinçlilik veya uyumdan çıkma gibi konulara daha fazla girmek istemiyorum. Düşünceme göre, ölçme probleminin cevabı başka yerde yatmaktadır. GR’nin işin içine girmeye başladığı yerde, alternatif uzay zaman geometrilerinin süper pozisyonlarının yanlış sonuç vermeye başladığını söylemek istiyorum.Belki, iki farklı geometrinin süper pozisyonu kararsızdır ve iki alternatiften birine bozulmaktadır. Örneğin geometriler diri veya ölü bir kedinin uzay zamanı olabilir. İki alternatiften birine bozulmaya, objektif redüksiyon (OR) diyorum. Bu ismi (OR’yi yani 'veya'yı) hoş bir kısıtlamaya imkan verdiği için seviyorum. Planck uzunluğunun (10-33 cm) bununla ilgisi ne? Doğanın iki geometrinin birbirinden önemli ölçüde ne zaman farklı olduğu konusundaki kriteri, Planck skalasına bağlıdır ve bu, farklı alternatiflere redüksiyonun zaman skalasını belirtir.
   Kediye bir gün izin verebiliriz ve yeniden yarıgeçirgen aynaya dönebiliriz. Yalnız bu sefer, büyük bir kütle parçasının bir yerden diğer bir yere hareketini tetikleyecek bir foton detektöre isabet etmiş olsun.
  Eğer kütleyi, bir foton onu aşağı yuvarlayabilecek şekilde bir uçurum kenarına dikkatle yerleştirmişsek, dedektör durumunun redüksiyonu problemi hakkında endişe etmekten kurtulabiliriz! İki alternatifin süper pozisyonunun kararsız olması için ne kadar kütle yer değiştirmelidir? Bunun yanıtını, burada gerçekten teklif edeceğim gibi, gravite verebilir. Teklif edilen bu şemaya göre, bozulma zamanını hesaplamak için, kütlenin birini, bulunduğu denge konumundan çıkarıp, diğerinin gravitasyonel alanında, ikisinin konumları ele alınan kütle süper pozisyonunun verene kadar, çekmeye gereken E enerjisini ele alalım. Bu süper pozisyonun durum vektörünün çökmesi için gereken zaman skalası nükleon başına yaklaşık 100 milyon yıldır. yani deneylerde bu kararsızlığı görmekteyiz. lakin büyüklüğü santimetrenin yüz binde biri olan su zerresi için çökme yaklaşık 2 saat alır. Zerre büyüklüğü santimetrenin on binde biri ise çökme 0.1 saniye sürer.”
   Penros bir soru üzerine şu yanıtı veriyor:
   “Gravitasyonal alan gerçekten özel! Bir bakıma, konunun tarihinde bir istihza var: Fiziği, Newton, gravitasyonal kuramıyla başlattı ve diğer bütün fiziksel etkileşmeler için bu kuram özgün paradigma oldu. Fakat, şimdi gravitenin diğer bütün etkileşmelerden gerçekten, açıkça farklı olduğu anlaşılıyor. Karadelikler ve enformasyon kaybı üzerindeki derin etkileriyle, nedenselliği etkileyen sadece gravitedir.”
(5)
kaynaklar: http://www.zamandayolculuk.com/cetinbal/schrodinger.htm